Başlamadan önce bu makalenin amacını anlatayım; bu bir “azizlere dua konusunda Protestanlar neden yanılıyorlar” yazısı olmayacak. Zira konu bundan çok daha derin. Fakat hala “mezhep kıyaslaması” yapmakta olan imanlılar kendi kendilerine çıkarımlar yapabilirler, ancak bu yazının doğal bir yan sonucu olacaktır. Kısacası bu bir apoloji (inanç savunması) yazısı değildir ama bunu okuyan biri buradan öğrendikleriyle Katolik apolojisi (ya da Ortodoks) yapabilir.

İddiamız şudur: Tanrı aracı kullanabileceği zamanlarda her zaman aracı kullanır. Bu da yaratılış eyleminin sonrasındaki Oğul Tanrı’nın Meryem Ananın rahmine Mesih İsa olarak düşmesi ve insani olması dışında – bu Kutsal Ruh’un eylemidir, fakat bu bile bir melek aracılığıyla haber edilmiştir- kalan hemen her şey için geçerli olmaktadır zira yaratılış eylemiyle birlikte ilk yaratılanlar meleklerdir.

Peki Tanrı neden bunu yapıyor? Kendi kendine yapamayacağı için mi? Tabii ki böyle değil zira Tanrı’nın her şeye gücü yeter ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Öncelikle Tanrı’nın herhangi bir şeyi neden var ettiğini anlamamız gereklidir: Tanrı her şeyi sevgisinden ve iyiliğinden yaratmıştır. Zira Tanrı tüm kainatı kusursuz sevgisiyle, kendi mükemmelliğine ve sevgisine katılsınlar diye yarattı. Yoksa Tanrı’nın kendi doğası içersinde ne meleklere, ne insanlara ne de herhangi başka bir varlığa ihtiyacı yoktur. Tanrı kusursuz ve eksiksizdir, kusursuz ve eksiksiz bir varlığın “bir şeylere ihtiyacı” olmaz çünkü bir eksikliği yoktur.

Bazıları yanlış teolojiler üreterek “Tanrı sevgidir bu yüzden sevebileceği bir şeyler yaratmak zorundaydı” diyerek Tanrı’yı muhtaç duruma sokmaya çalışırlar. Ama bu böyle değildir; Kutsal Ruh, Kutsal Üçlü Birliğin bir şahsı olduğu gibi aynı zamanda Baba ve Oğul arasındaki sevgidir. Kutsal Üçlü Birlik olan Tanrı kendi içinde olan sevgiyi mükemmel bir şekilde kendi başına yaşayabilirdi. Bizi ve tüm evreni sadece lütfu ile, yani ‘lütfederek’, iyiliğinden yaratmıştır.

Tanrı sadece sevgi değildir, aynı zaman da merhamettir, adalettir, doğruluktur, gerçektir, yaşamdır… Ancak bizimle arasındaki birincil bağ sevgidir zira diğer her şey sevgiye bağlıdır. Sevginin doğasında 2 şey vardır, seçim ve yönelim. Sevgi sevilene yönelmek ve onu kovalamaktır. İnsanın bu dünyadaki tüm çabası maddi ya da manevi sevdiği şeylere ulaşmak içindir.

Özgür irademiz Tanrı’yı seçmemiz için bize verilmiştir. Bu irade ile Tanrı’yı seçtikten ve iman ettikten sonra onun sevgisine karşılık vermeye başlarız ve ona doğru ilerlemeye çalışırız. Ancak bu çok kusurlu ve eksiktir çünkü kusurlu ve eksik varlıklar olarak hem sevgimiz hem de çabalarımız eksik kalır.

Tanrı Kutsal Kitap’ta açık açık eylemlerimizle, fedakarlık ve şahsi çabalarımızla ‘birbirimizi sevmemizi’ bize buyurmuştur. Çünkü görünen insanları sevemeyen kişi görünmeyen Tanrı’yı hiç sevemez. Sevgi bir duygu değildir. Sempati ve hoşlanma gibi duygular sevginin yan ürünleridir. Sevgi bir yönelim ve çekimdir, bu yönelim ve çekim eylemler doğurur. Sevgi eylemlerinde bulunarak Mesih’i taklit ederiz. Mesih’i taklit ettikçe O’na benzeriz, O’na benzedikçe O’na yani Tanrı’ya yaklaşırız. Karşılık beklemeden yardım ve fedakarlık etmek yaratılışta Tanrı tarafından içimize konan “Tanrı benzerliğinde” olma cevherimizi güçlendirir.

Bu yüzden Tanrı bu dünyada O’na benzeyebilmemiz için O’nu ve komşumuzu (yani diğer insanları) sevmemizi buyurmuştur. Peki bu öldükten sonra biter mi? Yani kapağı cennete atıp aziz (yani Kutsal) olursak tamamlanmış mı oluyoruz? Peki zaten Tanrı katında olan ve insanlardan tabiat olan çok üstün olan melekler için ne demeli? Cennet sadece Tanrı’yı bileceğimiz ve görkemi karşısında hiç birşey yapacağımız soğuk bir yer ya da pasif bir varoluş şeklimidir?

Kutsal Kitaba baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. Bu dünyada peygamberler ve havariler ne kadar uğraşıyorsa Kutsal Kitabın yazımı bitene kadar muhattap olunan tek ruhsal varlıklar olarak gördüğümüz meleklerin – Mesih’den önce kimse cennette değildi dolayısıyla “İnsan Aziz” kavramı henüz belirgin değildi – hiç de boş durmadıklarını, hem Eski hem de Yeni Ahit’te Kurtuluş tarihimiz boyunca hiç durmadan çalıştıklarını görüyoruz. Demek ki Cennette, Göklerde ya da Tanrı katında bile olsak bazı görevlerimiz var.

Peki asıl sorumuza gelelim. Tanrı’nın her şeye gücü yeterken neden bizim çalışmamızı istiyor?

Cevap Aziz Athanasius ve Aziz Thomas Aquinas’ın şu sözlerinde gizlidir:
“TANRI İNSAN OLDU Kİ İNSAN TANRI OLABİLSİN”

Tabii ki burada bahsedilen yaradılışta da sözü edilen “Tanrı GİBİ olmaktır” yani Tanrı’ya eş olamayız. Gibilik ve eşlik arasındaki farkı unutmamalıyız.

Kutsal Kitabın yazıldığı anadillerden biri olan İbraniceye baktığımızda bir şeyi iki kere tekrar edince “daha”, üç kere tekrar edince “en” anlamını kazanmaktadır.

Yeşeya 6:3 ve Vahiy 4:8 ayetlerine baktığımızda melekler Tanrı’ya ilahi söylerlerken ona “Kutsal, Kutsal, Kutsal” diyorlar. Yani Tanrı EN KUTSALDIR. İnsanlar ve melekler ise “Kutsal” ya da “Kutsal Kutsal” olabilirler. Yani “daha Kutsal” olup Tanrı’ya daha çok yaklaşabilirler. Kısacası Kutsallar (aziz insanlar ve melekler) Tanrı’nın işlerini yapıp yaradılışa yardım ederken Tanrı’ya daha çok yaklaşırlar.

Tanrı sonsuz derecede Kutsal olduğu için bu yaklaşmanın sonu yoktur. Yaradılan bir varlık her zaman daha ve daha çok Kutsal olabilir ve Tanrı’yı daha ve daha çok sevebilir ama asla tamamen O’nun kadar Kutsal olamaz fakat O’nu hep daha çok sevebilme kapasitesine sahiptir. Buna karşılık cennete dahi Tanrı’yı bilme kapasitemiz sınırlıdır.

Dolayısıyla Tanrı’nın Kiliseyi kurmasının, meleklere ve azizlere ve hatta bu dünyadaki insanlara görevler vermesinin nedeni bunları kendisinin yapamayacak olması değil işini yapan insaların ve meleklerin daha çok kutsallaşması, bu işler sayesinde yaradılışı severek yaradanı sevmeye başlamaları ve ona daha çok yakınlaşmaları içindir.

Yani azizler ve melekler bizim için şefaatte bulunarak, dualarımızı Rab’be taşıyarak, bizim için dua ederek ve Tanrı’nın isteği uyarınca dualarımızın karşılık bulması için bize yardım ederek Tanrı’ya yaklaşırlar. Tanrı evlatlarını felaketler ve denemeler ile terbiye ettiği gibi onları işe koşarak da kendine çeker, yükseltir ve yüceliğine katılmalarını sağlar.

Örnek vermek gerekirse:
Diğer konularda ve makalelerde koruyucu meleklerimiz olduğundan bahsettim.
Bu melekler Katolik Teolojisine göre Tanrı tarafından sadece tek bir insana Koruyucu olarak atanırlar.
Koruyucu melekler meleklerin en düşük korosu olan dokuzuncu “Melekler” korosundandır (korolar ya da sınıflar için Melekler makaleme bakınız). Ancak bazılarına göre, meleklerin en üst ve en yüce korosu olan Seraflardan bir melek Koruyucu melek olacağı zaman Mesih İsa’yı taklit eder. Oğul Tanrı nasıl ki yüceliğinden soyunup insan olduysa, Seraf da bir insana yardım etmek için o insanın ömrü boyunca yüceliğinden soyunarak en alt korodan (9. koro) normal bir melek olur. Böyle yaparak Rab’bimizi taklit etmiş olur ve Kutsallığına Kutsallık katar.

Tanrı istese bize koruyucu melek vermeyebilir ve her birimizi bizzat kendisi koruyabilirdi. Fakat o zaman meleklerin bizim ile ilişkiye girmesini ve bizim gibi aciz varlıkları severek Tanrı’ya olan benzerliklerinin artması gibi çok faydalı ve mükemmel bir durum oluşamazdı.

Aynı şey aziz insanlar için de geçerlidir. Dualarımızı dinleyerek, bizim için dua ederek, bize yardım ederek ve dualarımızı Tanrı’ya taşıyıp bizim için şefaatte bulunarak onlar da melek korolarıyla birlikte hep daha çok ve daha çok Tanrı’ya benzerler ve kutsallıkları artar.

Gördüğünüz gibi Tanrı HER ZAMAN kötülüklerden çok daha büyük iyilikler çıkarır ama bunu nasıl yaptığını biz tahayyül dahi edemeyiz. Zira Kutsal Kutsal Kutsal olan Oğlu’nun en alçak ve zalim şekilde öldürülmesi olan dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ahlaki kötülüğünden dahi dünyadaki en büyük iyiliği yani insanoğlunun kurtuluşunu ve Tanrı’nın görkeminde yüceltilmesini çıkarmıştır.

Bu durumda hep sorulan “Tanrı İblis’in ve meleklerinin düşeceğini biliyorsa onları neden yarattı?” sorusuna da açık bir cevap verebiliyoruz. Vahiy 12:4 de okuyabileceğimiz üzere meleklerin üçte biri düşmüştür. Bu sayının kesin olarak ne kadar olduğunu bilmesek dahi çok fazla olduğu bir gerçektir (Daniel 7:10, Vahiy 5:11, Mezmurlar 68:18, Matta 26:53). Aziz Augustinus Tanrı Şehri adlı eserinde dediği gibi düşen meleklerin çok önemli görevleri vardı ve onların gökteki yerlerini insanlar dolduracaklar. Buna göre maddi dünyadaki bilimlerin konusu olan kanunların arkasında yer alan varoluşun dokusundan sorumlu çok kudretli meleklerin ve daha da üst ruhani dünyada şu an tahayyül dahi edemediğimiz görevleri olan meleklerin arasından düşenlerin yerini insanlar dolduracaktır diyebiliriz.

Yani Tanrı meleklerin düşüşünden bile çok daha büyük bir iyilik çıkarmıştır zira gene Aziz Augustinus’un dediği gibi; sadece düşen melekelerin sayısı kadar değil çok daha fazla sayıda insan Tanrı’nın kutsal olma çağrısına cevap verecektir. Böylece göklerdeki Kutsalların bolluğu ve bereketi artacaktır.

Dolayısıyla hep sorulan “Neden direk Tanrı’ya dua etmiyoruz?”, “Neden Tanrı varken azizlere dua edelim ki?” ya da “Kiliseye ne gerek var? Benim kendi kendime yaşadığım ruhani bir hayatım var” gibi soru ve şüphelere şu cevabı verebiliriz: Evet, her zaman doğrudan Tanrı’ya dua edebiliriz ve etmeliyiz, ancak Tanrı’nın kurduğu Kilisenin amacını ve işlevini dahi anlamadan yok sayarsanız Tanrı’ya ne kadar yaklaşabilirsiniz ki? Tanrı’nın düzeninde bizim Kiliseye (Göksel ve yeryüzündeki tek Kiliseye) ve Kilisenin de bize ihtiyacı vardır.

Kısacası Tanrı yaradılışı kendine çekmek için yarattıklarının kendisi tarafından verilen işleri yapıp hizmet etmelerini ister ve buna müsade eder. Bu yüzden Tanrı’nın, Kutsallarına (azizlere ve meleklere) yaradılışa dağıtsınlar diye verdiği lütufları ve yetkilerini göz önüne alırsak onlar ile her zaman iletişimde olmamız akıllıca olacaktır. Bu iyilik hem bizi hem de onları kapsar, Tanrı’dan gelir, Tanrı’dadır ve Tanrı içindir. Hristiyanlık asla bireysel bir inanç olmamıştır bunu Rab’bimizin bize öğrettiği duada da görebiliriz. Rab “Göklerdeki PederiMİZ” der, Tanrı’ya her zaman KİLİSE OLARAK yöneliriz. Göklerdeki melekler ve azizler ve de bu dünyadaki kardeşlerimiz ile çok büyük bir aileyiz. Her iyi baba gibi Göksel Babamız da ailesinin birbirini kollamasını ve sevmesini ister. Bu sevgi de bizi Babamıza bağlar ve O’na olan benzerliğimizi artırır.

Pax Christi,
Augustinus Demirbaş, O.P.